Dark'n Stars
TÜRK İSLAM TARİHİ Yasak
Dark'n Stars
TÜRK İSLAM TARİHİ Yasak
Dark'n Stars
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Dark'n Stars


 
AnasayfaAnasayfa  Latest imagesLatest images  AramaArama  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  

 

 TÜRK İSLAM TARİHİ

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
a-sosyal
..::υzмαη üує::..
..::υzмαη üує::..
a-sosyal


Mesaj Sayısı : 454
Rep Gücü : 870
Doğum tarihi : 08/04/93
Yaş : 31
Lakap : _BY_ACABA_

TÜRK İSLAM TARİHİ Empty
MesajKonu: TÜRK İSLAM TARİHİ   TÜRK İSLAM TARİHİ I_icon_minitimeCuma Nis. 17, 2009 7:38 am

Türklerin Müslüman Olma süreci ve Dünya

711 yılında Talas Savaşı’yla başlayan Türklerin İslâmiyet’le tanışma ve Müslüman olma süreci 250 yıl sürmüş, 1000’li yıllara gelindiğinde Türk topluluklarının tamamı Müslüman olmuştu.

Türk topluluklarının Müslüman olması İslâm dünyasına yeni bir soluk katmış, taze ve dinamik bir kuvvet kazandırmıştı. Çünkü bu sürecin yoğunlaştığı X. yüzyılın ikinci yarısında İslâm dünyası siyasî, askerî ve içtimaî açıdan son derece kötü bir durumdaydı. Bu olumsuz süreci başlatan birçok sebep vardı. Hazret-i Peygamber ve Dört Halîfe dönemindeki heyecan ve coşku azalmış, yöneticilere refah ve zenginliğin rehaveti çökmüştü. Emevîler döneminden itibaren Hilâfet merkezinde Bizans ve Sâsânî gelenekleri yer tutmaya başlamış, debdebeli hayat ve sefahat başta yöneticiler olmak üzere toplumda zaaf ve çürümelere yol açmıştı. Bu da dolaylı olarak din yolunda, yiğitlik ve bahadırlık peşinde olanların giderek azalmasına yol açmıştı.

Bu sebeplere bağlı olarak X. yüzyılın sonlarına doğru İslâm dünyası cıddî bir yıkımın eşiğine gelmişti. Hilâfete bağlı eyaletlerde büyük bir belirsizlik ve siyasî karmaşa hüküm sürmekteydi. Başkent Bağdat’ın eyaletler üzerindeki güç ve otoritesi iyice zayıflamış, kontrol altına alınamayan isyanlar sonucunda merkeze pamuk ipliğiyle bağlı çok sayıda devletçik meydana gelmişti. Sosyal ve siyasî anarşi taciz boyutuna ulaşarak iç güvenlikten eser bırakmamıştı. Emirler ve komutanlar birbirleriyle üstünlük yarışına girdiğinden, sınır güvenliği de büyük ölçüde tehlikeye düşmüştü. Sınırlardaki bu güvenlik zaafı ehl-i salîbin iştahını kabartacak seviyeye gelmişti.

Dönemin büyük Hıristiyan devleti Bizans’ın, İslâm dünyasındaki bu dağınıklıktan yararlanmaya kalkışmaması beklenemezdi. Nitekim 960 yılının yaz aylarında Bizans komutanlarından Nikephoros Phokas büyük bir deniz filosunun başına geçerek Girit’e bir sefer düzenledi. Bütün kış boyunca süren sert bir kuşatmadan sonra Nikephoros’un kuvvetleri 961 Mart’ında adanın başkenti Kandiye’yi yeniden ele geçirdi. Böylece bir buçuk yüzyıl kadar Araplara ait olan ve Akdeniz havzasındaki deniz güçlerinin en önemli üssü olan Girit Adası yeniden Bizans İmparatorluğu’nun hâkimiyeti altına girdi. Bizanslılar uzun yıllardan beri böylesine büyük bir zafer elde edememişlerdi.

Nikephoros Phokas İstanbul’da kendisi için yapılan muhteşem bir törenden sonra Anadolu’da Seyfüddevle’ye karşı yürütülen mücadelenin başına geçirildi. Nikephoros bu harekâtı da başarı ile tamamlayarak şöhretini iyice artırdı. Nikephoros’un güçleri Kilikya’daki Anzerbos, Maraş, Raban ve Dülük şehirlerini bir bir ele geçirdi. Zor bir kuşatmanın ardından 962 Aralık ayında Seyfüddevle’nin başkenti Halep de düştü. Nitekim şöhretli komutan ödül olarak genç imparatoriçe Theophano’nun teklifiyle, imparator oldu, taç giydi. Nikephoros 965 yılında donanmasıyla Kıbrıs’ı işgal ederek Doğu Akdeniz’de Bizans Devleti’nin konumunu iyice güçlendirdi.
Bizans İmparatorluğu’ndaki toparlanma Nikephoros Phokas’tan sonra Cimiskes ve Basilios II’nin zamanında da sürdü. İmparatoriçe olan fettan ve dessas Theophano, komutan Cimiskes’in metresiydi ve yatak odasında kocası Nikephoros’un öldürülmesinde de başrol oynamıştı.1 Hıristiyan saldırıları çok geçmeden İber Yarımadası’ndaki Endülüs İslâm Devleti üzerine yöneldi. Bu bölgedeki Haçlı saldırıları sadece Endülüs Müslümanlarını zayıflatmakla kalmamış, uzun yüzyıllar sürecek Büyük Haçlı Seferleri’nin de önünü açmıştı. Böylece İslâm dünyasının kalbi Kudüs’e kadar uzanacak olan Haçlı saldırılarının ayak sesleri duyulur hâle gelmişti.

Aynı dönemde Kuzey Afrika’da güçlü bir siyasî figür olarak Bâtınî-Şiî Fâtımîler ortaya çıktı. Abbasî Halîfelik merkezi Bağdat ise benzer aşırılıkları taşıyan Büveyhoğulları’nın siyasî ablukası altına girdi. Büveyhoğulları bununla da yetinmedi, gücünü Bağdat’ı esaret altına alma ve haraca bağlama seviyesinde bir baskıya dönüştürdü.

Çeşitli karmaşık akımların ortaya çıkması ve temel İslâmî akidelerin aşındırılması İslâm âlimlerini endişeye sevk etmiş, bu endişenin sonucu olarak 700-750 yılları arasında İslâmiyet’le ilgili ekoller/mezhepler müesses hâle gelmişti. Âlimler arasındaki ton farklılıklarına rağmen temel kaygı daima İslâmiyet’in istiklâl ve bekāsını korumak, Kur’ân’ın temiz akîdesini ve Hazret-i Peygamber’in sağlam sünnetini müdafaa etmek, İslâmiyet’in ilk dönemlerdeki rûhunu korumak ve yaşatmak olmuştur. İslâm-irfan okulları da yine bu dönemde benzer kaygılardan yola çıkarak ferdin nefisle mücadelesiyle ilgili asr-ı saadetten beri var olan çeşitli yol ve yöntemleri sistemleştirmişlerdi.

Ancak özellikle VI. ve VII. yüzyıllarda gerçekleşen büyük fetihler sırasında birçok toplum hızla İslâm dairesine sokulabilmiş ancak aynı hız ve başarı bu kitlelerin İslâmî derinliğe kavuşturulmasında gösterilememişti. Özellikle İran, Afganistan ve İndus Nehri boyunca uzanan topluluklarda, İslâm inanç ve kültürüyle mahallî Mecusî ve putperest gelenekler arasında kalın bir çizgi çizilememişti. Bu durum zamanla şeklen İslâmî motifler taşıyan, ancak muhteva açısından eski din ve geleneklerin karışımı mahiyetinde birçok tehlikeli ve sapkın akımların ortaya çıkmasına yol açmıştı. Türklerin Müslüman olduğu yıllar bu açıdan da sıkıntıların yaşandığı bir dönem olmuştu.
İslâm dünyası bu kanlı felâketler içerisinde ümitsiz ve perişan, ardı ardına yaşanabilecek fâciaların dehşet verici haşyetiyle titrerken tarihî bir olay gerçekleşti: Türkler İslâmiyet’le tanıştılar.

Altay eteklerinin bu gürbüz ve cesur evlâtları; Hazret-i Peygamber devrinin mücahidlerindeki samimî ve heyecanlı bir îmanla en kesif zulüm bulutlarını târumar ettiler, keskin ve devamlı şimşekler gibi İslâm ufuklarını aydınlatmaya başladılar. İslâmiyet’le şereflenen Türk boyları batının İslâm dünyası üzerindeki baskısını dağıtacak, kimsesizlere sahip çıkacak, İslâm medeniyetine büyük katkılar sağlayacak taze ve yeni bir güç olarak artık tarih sahnesine girmişti. Ancak İslâm dünyasındaki mevcut cereyanların ister istemez İslâmiyet’i yeni benimseyen Türklerin göçebe kesimlerine de intikal ettiği, henüz tam benimsenmemiş dinî değerlerin içine Türk boylarının kendi kadîm inanç ve âdetlerinden de sızmalar olduğu unutulmamalıdır.

Başlangıçta Türkler askerî yönden kendilerinden yararlanılan bir güç olarak Abbasî Devleti bünyesinde yer almış, bu durum zamanla Türklerin askerî ve siyasî alanlardaki ağırlıklarının artmasına yol açmıştır. Şüphesiz Türklerin Orta-Asya, Kafkaslar, Afganistan, Hint ve Çin’e uzanan bölgelerde İslâmiyet uğrunda aktif bir şekilde mücadele etmeleri insanlık tarihinin seyrini değiştirmiş, bu bölgelerdeki medenî seviyenin yükselmesinde belirleyici bir etkiye yol açmıştır.
Nitekim İbn-i Fadlan isimli ünlü Arap seyyah, Orta Asya üzerinden çıktığı seyahatte çeşitli Türk ve İran topluluklarını resmettikten sonra Volga Nehri eteklerinde gördüğü Rus toplum hayatını seyahatnamesinde şöyle dile getirmiştir:

“Bunlar boylu-poslu, akça-pakça, sarışın, gürbüz insanlardır. Bellerinde iri baltalar taşır ve vücutlarına dövme yaparlar. Kadınları yarı-çıplak dolanır, mutlaka bir gerdanlık taşırlar. Göğüslerini hukka denilen metal kapaklarla kapatırlar. Güzel bir ırk olmalarına rağmen pistirler, domuz yer ve ağır kokarlar. İçer içer sızar, nadiren ayılırlar. Kadınlarıyla milletin içinde yatar-kalkar, kuldan da utanmazlar. Suyla barışık değildirler ancak sabahları hancı kadın leğen içinde su tutar. Sırayla yüzlerini yıkar, ağızlarını çalkalar, burunlarını sümkürtüp kaba atarlar. Sonra ardındaki kişi aynı suyla aynı işleri yapar. Su katran kesilir. Bilerek değiştirmezler, bunun kirlisini makbul tutarlar. Henüz putperesttirler. Ticaretleri yolunda gitsin diye totemlere hayvan adarlar. Hastaları bir başına arazide bırakırlar. İyileşip de dönerse ne âlâ, yok dönmezse çadırıyla beraber yakarlar. Gerçi hastalanmadan ölenleri de yakar, bunun için süslü bir kayık yapar, nadir kumaşlarla donatırlar. Canlı canlı paraladıkları sığırl
arı, atları, horozları tekneye atarlar. Cariyelerini kenara çeker; «Mevtayla cennete gitmek isteyen hanginiz?» diye sorarlar. İçlerinden biri öne çıkar, ona kraliçe gibi davranır, allı-morlu giydirir, şarap içirip aklını başından alırlar. Sonra kızı bir çadıra kapatırlar, ölünün akrabaları peş peşe çadıra girer, zavallıya bayıltasıya tecavüz eder, canını çıkarırlar. Çığlıkları duyulmasın diye dışarıdakiler sopalarla kalkanlara vururlar. İhtiyar ve atletik cadılar çadıra girer, kızı doğrar. Onu da ölünün yanına tekneye atar ve çatır çatır yakarlar. Kazârâ rüzgâr çıkarsa çok sevinir; «Bak, Tanrı yanına aldı!» diye bağırırlar.”2

Rusların medeniyetten uzak utanç dolu vaziyeti sadece bir örnektir. Dereceleri farklı olsa da benzer durum Orta Asya, Kafkaslar ve Güney Asya kavimleri için de geçerliydi. Oysa Bağdat’tan Gırnata’ya kadar İslâm kentleri o dönemde bilimde, mimarîde, sanatta ve en önemlisi insanlıkta zirve noktasında bulunmaktaydı.

Ahmet Meral

1 Georg OSTROGORSKY, Bizans Devleti Tarihi, s. 265.
2 İbn-i Fadlan Seyahatnâmesi.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://osmanlitarihi.yetkinforum.com
a-sosyal
..::υzмαη üує::..
..::υzмαη üує::..
a-sosyal


Mesaj Sayısı : 454
Rep Gücü : 870
Doğum tarihi : 08/04/93
Yaş : 31
Lakap : _BY_ACABA_

TÜRK İSLAM TARİHİ Empty
MesajKonu: Geri: TÜRK İSLAM TARİHİ   TÜRK İSLAM TARİHİ I_icon_minitimeCuma Nis. 17, 2009 7:39 am

Orta Asya'da Islamin Gelişmesi

ORTA ASYA'DA İSLAMIN GELİŞMESİ VE HOCA AHMED-I YESEVİ'NIN BU
GELİŞMEDEKİ TARİHİ HİZMETLERİ

Nâdirhan HASAN*


Tarihen malum ki, İslamiyet Orta Asya topraklarına miladi VII. y.y.den itibaren Arap fatihleri
vasıtasında girmiştir. Elbetteki mıntaka halkları fatihlerin davetlerini kolay-kolay kabul etmiş değiller. Arada
kanlı çarpışmalar da olduğu tarihi kaynaklarda kayıtlıdır1. Ama buna rağmen bazen kılıç, bazen ıse akl ve
marifet yoluyla Orta Asya halkları arasında İslamiyet yayılmaya başladı. İtiraf etmek gerekirki, IX-X y.y.lere
gelip henuz tüm Orta Asya mıntıkasında İslam dini tam manada yayılmış değildi. Din esaslarını guç-kuvvetle
yaymak ise her vakit beklenen neticeyi vermıyordu. Dolayısıyla İslam tebliğinde medeni, marifi üsüllere zaruret
vardı. Maverâünnehr’ın Buhara, Semerkant, Fergana gibi merkezlerinde faalıyet yürüten Korkut Ata, Çopan Ata,
Bab Fergani gibi sufilerin hareketleriyle tasavvufi düşünceler halk arasında yayılmaya başladı.

XI-XII y.y.
ise Hoca Yusuf Hemedani, Hoca Ahmed Yesevi, Hoca Abdulhalik Gicduvani, Necmeddin Kübra gibi şeriat ve
tarikat ileri gelenleri kendı faal hereketleriyle Hacegan, Yeseviyye, Hacegan-Nakşibendiyye, Kübreviyye gibi
İslam tarikatlarını kurdular. Onların faaliyetleri neticesinde bır taraftan Orta Asya halklarının henuz İslamdan
habersiz olan kısmı İslamla müşerref oldular, ikinci taraftan da müslüman olan kısmı Tasavvuf hakikatları ile
cok yakınen tanıştılar. İlim adamlarının meşhur şeyhlere mürıd olmaları, hükümdarların tekke ve dergahlar
yaptırmaları, din ve tasavvufu terğıb ve teşvik etmeleri neticesinde bir çok yerlerde mutasavvıflar yetişerek,
kendine gore manevi, medeni bir çevre teşekkül etmiştir.

İslamiyeti ilmi, marifi ve kültürel açılardan yaymak için bir taraftan İmam Buhari, İmam Tirmizi,
Burhaneddin Merginani, İmam Matrudi, Kaffal Şaşi, Zamahşeri gibi bir çok ilim adamları “Sahih-i Buhari”,
“Sahih-i Tirmizi”, “Hidaye”, “Keşşaf”, “Akide”, “Kitab at-Tavhid”, “Kitab te’vilat al-Kur’an” gibi bir çok
muteber kaynaklar yazarak, tefsir, hadis, fıkıh, kelam, akaid ekolleri teşkil etmiş olsalar, ikinci taraftan da halk
edebiyatı ve yazma edebiyatta değerli eserler yazıldı. Onlarda dini-tasavvufi gayeler geniş olçüde kök atmaya
başladı.

“Kutadgu bilig” ve ona benzer eserler ahalinin aydın kesimi arasında mutaala edilmiş olsa, halk kitlesi
daha çok halk şairlerinin sade ve basit şiir, türkü ve destanlarını severek okuyordu. Sadece edebiyat değil,
ictimai-manevi alanın tüm yonlerinde milli ınanc, orf-adetlerde de İslami mahiyet kok atmaya başladı. İslam
esasları milli an’aneler, milli gorüşler zamirine sinerek, müşterek nitelik kesbetmesi neticesinde ozellikle bu
donem edebiyatında dini-ahlaki, irfani istikamet güçlendi. “Divan-ı Lugat-ıt Türk”, “Kutadgu bilig”, “Atabat
ul-hakayık” gibi eserler yanında Ahmed-ı Yesevi’nın dini-tasavvufi, ahlaki-irfani nitelikteki “Divan-ı Hikmet”
eseri ortaya çıktı.

Ahmed-ı Yesevi’nın İslami yaymak için ilk bağımsız türk tarikatı kurarak, Kur’an ve Hadise dayanan
fikirleriyle Türk milletlerinin müslümanlaşmasında çok güçlü bir te’sir gosterdi .

XI y.y.de Sayramda doğmuş olan Ahmed-ı Yesevi ilk eğitimi babası Şeyh İbrahimden aldı, onun
vefatından sonra Arslanbabdan ders alır. Hızır a.s. ıse Ahmed-ı Yesevi’ye zıkır telkın eder. Genç Ahmed
Arslanbab’ın tavsiyesi üzere ilm-u irfanını yükseltmek için Buharaya yol alır. Donemin mühim ilim ve
medeniyyet merkezı olan Buhara-i şerif’te zamanesının meşhur şeriat alimi ve fakih ve muhaddis, mutassavıf ve mürşid-ı kamil Hoca Yusuf-ı Hemedani oncülük yapan bilim dergahına mensub oldu. Büyük allameden şeriat ve
tasavvuf ilimleri oğrendi.

Şeyh üş-şüyüh Yusuf Hemedani (h.440-535/h.1048-1141) hadis, usul-ı fıkıh, hilaf ve nazar ilimlerinde
yüksek bilim sahibi, Bağdad, Merv, Hirat, Buhara, Semerkant gibi ilim merkezlerinde tahsil goren ve oğreten,
omrünü İslam propagandasına feda eden sîma idi. Hoca Abdulhalık Gicduvani “Makamat-ı Yusuf Hemedani”
eserinde ulu şeyhi mutavazi, hoş ahlak, helal, takva sahibi, sünnete riaye eden, ilahi feyze dolu, Hak aşkına ğark
olan, ilm-u irfanda kamil, insanlara şefkatlı, tüm hayatının İslam davetine adayan bir münevver zat olarak tarif
eder3. Alişir Nevai ise “Nesayim ul-muhabbet”te onu imam, alim, arif-ı rabbani, güzel hal ve ihsana eren, yüksek
keramet ve makamat sahibi olan kamil ınsan olarak hürmetle tanımlıyor4.

Yusuf Hemedani Orta Asya maneviyatında kendine has dinî dünya gorüşü ve tasavvuf sistemini
oluşturan ve geliştiren bır şahıs idi. O hacegan tarikatının başlayıcısı ve tekamülleştiren faali olmakla beraber
hem geniş tefekkür sahibi olan mahir edip idi. O “Rütbet ül-hayat”, “Risale fi ennel kevna musahharun lil-
insan”, “Risale der adab-ı tarıkat”, “Keşf”, “Risale der ahlak ve münacat” gibi derin ilmi, dini-felsefi, irfani
eserler müellifidir. Şeyh Hemedani diğer alim ve mürşidlerden farklı olarak, insanlar arasında gezerek onları
irşad etmek, talebeler eğitimiyle uğraşmak yolunu seçmişti. Dokuz bin putperest onun samimi sohbetleri
te’sirinde müslüman olmuşlar. Muhlisler onun sohbetine müştak idiler. Onun için Hemedani tekkesi o donemde
“Hurasan Ka’besi” diye şereflenmişti.

Yusuf Hemedani’nın Orta Asya İslam tarihindeki hizmetleri çok mühimdir. Onun faaliyeti mıntıka
ahalisinın iman ve İslamla şeref bulmasına, ülkede ehl-i sünnet itikadının geniş alanda yayılmasına sebep oldu, o
kendi çalışmalarıyla şeriat ve tarikatı uygunlaştırmayı başardı. Yusuf Hemedani gibi mükemmel bir İslam
davetçisi ve şeriat alimi huzurunda islami ve irfani bilgileri oğrenen Ahmed Yesevi ulu şeyhın uçuncu halifesi
olma şerefine müyesser olur. Hocasının vefatından sonra Hoca Hasan Andaki, Hoca Abdullah Barrakilerı
takiben irşad makamına erer, bir müddet Buharada mürşidlik edince, talebeleri dorduncu halife Hoca Abdulhalık
Gicduvani’ye teslim edip, Yesi şehrine doner.

1157 senesinde Sultan Sencerin vefatından sonra Harezmşahlar ülkede İslami bir devlet kurdular. Aynı
donemde Ahmed Yesevi dini faaliyetiyle Taşkent, Sirderya taraflarında, Seyhun deryasının küzeyinde yaşayan
goçebe türkler arasında geniş nüfuz kazanır. Mahalli halkla beraber bozkırda yaşayan türkler kavimler onun
davetiyle müslüman oldular. Pir-i Türkistan bu saf ve samimi insanlara şeriat ve tarikat esasları ve Yesevilik
adab-u erkanindan ta’lim verir. Neticede türk halkları tarihinde ilk olarak müstakil tarikat – Yesevilik ortaya
çikmiştir5. Soylemek gerekir ki, türk tarikatı kurma ihtiyacı – İslamiyetı türkler arasında yaymak ihtiyacından
doğmuştur. Onun için Yeseviliğin esası Kur’an-ı kerim ve hadis-ı şeriflere dayanır. Esas gayesi kamil müslüman
eğitmek olan bu tarikatta saliklerden yüksek ahlak faziletleri, ruhi temizlik, tefekkür genişliği ve müşahede
derinliği taleb edilir.

Ma’lumdürkü, Kur’an-ı kerimdeki bir çok ayetlerde Allah teala kendisini çok-çok zikretmemizi
emretmiştir. Buna gore diğer tarikatlarda olduğu gibi, Yesevilikte de zikir kesin bir kaide olmuştur. Ahmed
Yesevi kendi tarikatında zikrin cehri-açik, sesli (zikr-i erre) şeklini seçmiştir6. Ahmed Yesevi niçin hafi-gizli
zikir yerine aynen sesli zikir türünü seçti? Evvela, o yaşayan mühit, o hitab eden halk sınfının kabül derecesi
sesli zikri talep etmiştir. Cehri zikir neticesinde insanda aşk-u cezbe, vecd meydana gelir. Zaten Ahmed
Yesevi’nın etrafındaki kavimler cezbeye mayıl, coşkun tabiatlı idiler. Tasavvuf tarihindan da belliki, mürşidler
zikri insanların tabıatlarına gore telkin etmişlerdir. Saniyen, cehri zikri Ahmed Yesevi’ye Hızır aleyhisselam
oğretmiştir. Zira, Hızır – şeyhlerin manevi hocası ve onderi olduğunu kaynaklardaki kayıtlardan biliriz.
Üçüncüden, Ahmed Yesevi’nın nesebi hazret-ı Ali’ye mensuptur. Hazret-ı Ali de sesli zikr etmeyı ilk olarak
başlayanlardandir. Velhasıl, cehri zikir tarzı o donemde halkı vecde getirme, heyecanlantırma neticesinde İslam
ve tasavvufa sevgi uyandımak için kolay bir vasıta idi.

Hoca Ahmed Yesevi ınsanlara din ve tasavvuftan talim verirken, onlar anlayacağı şekilde sade ve basit
dortlükler şeklindeki şiirler soyler. Sultan ul-arifin bu dortlüklerinde insanları Allah’tan ve ahiret azabından
korkmaya, şeriat amellerini yerine getirip, hayırlı işler yapmaya, cennetten ümidvar olup, salih-u mühlis
kullardan olmaya davet eder. Zamanla onun hikmetleri müridleri tarafından toplanarak divan haline getirilir.
Ahmed Yesevi İslam ve tasavvufu propoganda etmek işinde niçin sade ve basit dortlükler (hikmetler)
soyleme yolunu seçti?
Evvela, Ahmed Yesevi doneminde Türkistan ve cıvarındaki ülkelerde din ve tasavvuf pek
geniş şekilde karar bulmuş değildi. Bu mıntıka ahalisini İslamıyetle tanıştırmak için onların ortamına uygun
gelen usule ihtiyac vardı. Yesevi hikmetleri bu ihtiyacı giderdi. İkinciden, Yesevi’nın dini-tasavvufi dortlükleri –
gayevi menbası Kur’an-ı kerim ve hadis-ı şeriflere dayanan hikmetler idi. Hikmet sozü luğatlerde çeşitli
yonlerden izah edilmiş. Mesela: Hikmet – tetbikle gerçekleşen doğru bilim; Hakka muvafık soz; herşeyin en
mükemmeli; hikmet – bilgelik, gizli sır, akl-u hakikata, ahlaka uygun faydalı kısa soz; eşyanın zahiri ve batini
keyfiyyetinden bahs eden ilim; Allaha itaat, akıl, soz ve hareketteki uygunluk7; hikmet Allah’ın askeri olup,
onun vasıtasında Allah evliyanın kalbine kuvvet verir; tasavvufi şiirlere de hikmet denir. Hikmet hakkında Allah
teala Kur’an-ı kerim’de “O (Allah) istediği kişilere hikmet verir. Birisine bir hikmet verilmişse, çok büyük hayır
verilmiş demektir” (Bakara-2/269) diyor. Demekki, hikmet soylemek selahiyeti herkese verilmez. F.Koprülü X.
y.y.den başlayıp dini-tasavvufi şiirlere hikmet denildiğini yazıyor.

Ahmed Yesevi evvela ehl-i sünnet itikadına mensup olup, onun teşvik ettiği akide ve mefküre Kur’an
ve Sünnete dayanır.

Bunu “Divan-ı Hikmet”te kendisi de soylüyor:

Özbekçesi:
Meni hikmetlerim ferman-ı Subhan,
Okub çıksang hama manıyı Kur’an.
Meni hikmetlerim kan-ı hadisdur,
Kişi boy eltmese bilgil habisdur.
Hudayım sozünden çıkkan bu hikmet,
İşitseng mağzı Kur’an, mağzı sünnet.
Türkçesi:
Benim hikmetlerim ferman-ı Sübhândır,
Eğer okursan tümü Kur’ân’ın meâlıdır.
Benim hikmetlerim hadis kaynağıdır,
Eğer kim ona uymazsa bil ki o necistir.
Rabbim’ın sozünden çıkmıştır bu hikmet,
Eğer işitirsen Kur’an ve sünnetin özüdür.

Yesevi hikmetlerinde bazen Kur’an ayetlerinı doğrudan doğruya getirir, onları şiiri olarak şerheder.
Bazen de ayetlerin anlamını şiiri mısralarda anlatır. Mesela:

Bende niçe yaş yaşasa olmeği var,
Korer koze bür kün tofrak tolmaği var.
Bu dünyada safar kılğan kelmagı var,
Ahiratga safar kilğan kelmas ermiş.

Yesevi hikmetlerinde hakim ruh – oğüt-nasihat ruhudur. Zira, Peygamber Efendimiz: “Din nasihattır,..
Nasihat – müslümanlara din-u iman yolunu oğretmektir”, demişler.
Ahmed Yesevi hikmetlerinde kamil insan nümünesi olarak Peygamber Efendimizi, onun sahabelerini
tavsıf eder. Onları kendi şiirlerinde tek-tek medheder:

Aytgan sozüne yetgan, nafs-u havadın ketgan,
Hak Rasuldin berkitgan Ebu Bekir Siddikdur...
Şeriatni pas tutgan, tarikatnı rast tutkan,
Hakikatnı hub bilgan adalatlığ omerdur...

Bununla birlikte hikmetlerde Bayezid Bistami, İbrahim Edhem, Mansur Hallac, Satuk Buğra Han,
Arslan Bab gibi din ve tasavvuf kahramanlarını da Yesevi idealindeki kamil insanlar olarak gormek mümkündür.
Onların mübarek isimleri dile getirilen mısralar vasıtasında Ahmed Yesevi hayatta, ibadette, ahlakta onlardan
ornek almaya teşvik eder:
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://osmanlitarihi.yetkinforum.com
a-sosyal
..::υzмαη üує::..
..::υzмαη üує::..
a-sosyal


Mesaj Sayısı : 454
Rep Gücü : 870
Doğum tarihi : 08/04/93
Yaş : 31
Lakap : _BY_ACABA_

TÜRK İSLAM TARİHİ Empty
MesajKonu: Geri: TÜRK İSLAM TARİHİ   TÜRK İSLAM TARİHİ I_icon_minitimeCuma Nis. 17, 2009 7:39 am

Aşik bolsang Bayeziddek safa bolgil,
Pir eşiğin yastanıban eda bolgil.
İbrahimdek tahttin keçip geda bolgil,
Rozı kılsa bendelerge devletı var.
Aşik olsan Bayezid gibi saf ol,
Pir eşiğinde iltica ederek edâ ol.
İbrahim gibi tahttin geçip gedâ ol,
Nasib etse kullarına devletler verir.

Ahmed Yesevi Peygamber Efendimizın hadis-ı şeriflerindeki adalet, temizlik, dogruluk gayelerini
hikmetler tarzında ifade edıyor. “Mutu kable an-tamutu”, “Al-haya-u min el-iman”, “Al-fakr-u fahri”, “Al-
kanaat-u kenz -il la yafni”, “As-sabr-u kenzum min kunuzi-l cenneti”, “Hubb ul-fukara-i min el-iman ve buğz el-
fukara-i min el-kufri” v.s. hadisleri hikmetlerin kaynağı olarak telkin ediyor.

Müminlik faziletleri, peyganberler, din ve tasavvuf büyüklerine dair irfani ve ahlaki-eğitimsel
hikayetler, dünya ve ahiretle ilgili mülahazalar, ruhi duygular, kamil insan mertebesine ermek yolları–Yesevi
hikmetlerinın genel konularıdır.

Bununla birlikte, Yesevîlik tarıkat ve şiir ekölünün kaynağı ilâhî aşk, kâmil şahıs-insan, yüksek ahlak,
nefis terbiyesi ve ruh tasfiyesinden ibârettir. Ahmed-ı Yesevi hz. Peygamber a.s.ın “Ben mekârim-ı ahlakı
mükemmelleştirmek için gönderildim” anlamındaki hadis-şerifine uygun şekilde hikmetlerinde güzel âdâb-
ahlaka erişmek yolunu göstermiştir. Dolayısıyla Ahmed-ı Yesevi hikmetleri merkezinde mânevî-ahlakî kâmil
insan sîmâsı açık ve net bulunmaktadır.

Ahmed-ı Yesevi hikmetlerinde Hak yolcularını bir taraftan taat-ibadet, zikr-tesbihatla tam manadaki
müslüman olmağa, Allah’a kurbet ve velâyet hâsıl etmeye davet ediyorsa, ikinci taraftan da ilâhî tevhid
hakıkatlarından, nebevî risâlet mâhiyetinden bahseder, tâlipleri şeriat, tarıkat ve hakıkatın derin mânâlarıyla
yakinen tanıştırmaktadır.

Ahmed-ı Yesevi hikmetlerinın mâhiyetınden millî ruh ve gâyenın derin yer aldığı anlaşılmaktadır. Prof.
Tâhir Şâkir Çağatay Ahmed-ı Yesevi ideolojisinin uzak yıllar sürecinde devlet siyaseti derecesine yükseldiğini
yazmaktadır. Nitekim, XVI yy.de Şibâni Han ve Übeydullah Han’ların hükümranlığı döneminde sürdürülen
millî ve medenî siyaset bunun açık nümünesidir. Dolayısıyla millî kültür için mücadele ederken ve bu
mücadelenın tarihî özü ve kökünü millî edebiyatımızdan ararken, türk dili ve kültürünün muhafazası için ilk
olarak çığır açan Ahmed-ı Yesevi ve onun kurduğu millî tasavvuf ekölüne dayanmamız gerekmektedir9.
Demek, Yesevi tarikatı ve eserlerini okuymak, öğrenmek, incelemek ve değerlendirmek geçmiş
zamanlar için millî mefküre, siyaset, edebî faaliyet ve şahıs kemâlatı cihetinden ne kadar ehemiyyete hâiz
olmuşsa, bugün için de o kadar mühimdir.

Ahmed-ı Yesevi’nın dini-marifi görüşleri yer alan “Divân-ı Hikmet” türk milletleri arasında dini ve
milli gelenekleri ifade eden eser olarak yüz yıllardır okunan dini-tasavvufi, ahlaki-terbiyevî bir kitaptır.
İslamiyetin esasları, temiz inanc, ilâhî aşk, güzel ahlak konuları gayet tesirli ve halk dilinde ifade edilen
hikmetlerin ömrü bâkidir.

Ahmed-ı Yesevinın fikir-görüşleri ondan sonra bir çok müekkipleri tarafından devam ettirildi. Ahmed-ı
Yesevinın kurmuş olduğu tarıkat daha çok Yesevîlik ruhunda telif edilen eserler şeklinde üç istikamette kendi
devamını bulmuştur. Birincisi, Yesevi hikmet ekölü müekkiplerinin bir kısmı (Kul Süleyman Hakim Ata, Baba
Maçın, Tac Hoca, Zengi Ata, Kul Umuri, Kul Şuhudi, Derviş Ali, Şeyh Hudaydad, Kemal İkânî, Şems Üzgendî,
Kul Übeydî, Kul Şerif, Azim Hace v.s) ulu pirin hikmetlerine nezire olarak dini-tasavvufî konuda kıssa ve şiirler
yazarak, Yesevilikteki hikmet geleneğini zenginleştirdiler. İkinci doğrultu temsilcileri (Yunus Emre, Aşik
Veysel, Mahtumkulu, Nesimi, Mevla Kulu, Şibâni, Yusuf Seryami, Zalıli, Hâlis, Hüveydâ gibi şâirler)
Yesevîlikten etkilenmiş halde eserler yazdılar. Üçüncü yön vekilleri ise (Sufi Muhammed Dânişmend, Mevlana
Orung Koylaki, Hüsâmeddin Sığnâkî, Hacı Bektaş-ı Veli, Sadr Ata, İshak Ata, Sultan Ahmed Hazînî, Âlim Şeyh
gibi âlimler) Ahmed-ı Yesevinın dini-tasavvufi fikir-görüşlerine kendi eserlerinde geniş yer ayırmışlardir.
Yesevi ve müekkiplerinın dini-tasavvufi halk şiirleri ve menkabeler medrese eğitimine mukabil şekilde asırlarca
türklerin mârifî tekamülünde iyi neticeler verdi. Onların faaliyetleri ve eserleri etkisinde sadece Orta Asya değil,
diğer türk ülkelerinde de İslamî-Türk kültür, edebiyat ve Yesevîlik geleneği gelişti.

Yesevîliğin dağılım coğrafyası azami derecede geniştir. Bilim adamlarının son yılardakı çalışmaları
gösteriyorki, Ahmed-ı Yesevi tarikatı küzeyde Moskova, güneyde Hindistan, batıda Balkanlar ve doğuda Çine
kadar ulaşmıştır10.
Ahmed-ı Yesevi’nın ileri gelen devamcılarından Sultan Ahmed Hazînî’nın “Cevâhirul-ebrâr” eseri
yardımında Maverâünnehirde Nakşibendilik, Kübrevilik, Kadirilikle beraber Yesevîliğin de yaygın olduğunu,
aynı zamanda Ahmed-ı Yesevi tarıkatının sadece Orta Asya değil, Şam, Irak, Yemen, Kurdistan ve Anadolu
ülkelerine kadar ulaştığı malum oldu.
Hazînî’nın bir müddet Osmanlı devletinde yaşayıp Yesevîlik propogandasıyla meşğul olduğu, sultan
III-Murat Han’ın (1546-1595) ve Osmanlı ülemâsının teşvikiyle Yesevîlik âdâbına dair eserler te’lif ettiği de
işbu fikri tesdik ediyor11.
Ahmed-ı Yesevinın mühim tarihi hizmetlerinden yine biri, onun ve müekkiplerinin faaliyetleriyle Orta
Asya halkları batıl ve sapık mezhep ve bozguncu grupların etkisinden kurtulup, ehl-i sünnet itikadına dayanan
İslâmî ahkamı kabul etmişlerdir. Çünkü, Ahmed-ı Yesevi Yusuf-ı Hemedânî Hazînî gibi ilm-u fazilette, zühd-u
takvada örnek, ehl-i sünnet itikadı ve şeriat kâidelerine riaye eden bir mürşid-ı kâmil’ın huzurunda eğitim
görmüş ve kendini yetiştirmişti. Hocasının izinden yürüyerek Ahmed-ı Yesevi de ehl-i sünnet akidesine uygun,
şeriat esaslarına ve sünnet-i seniyyeye muvafık İslâm-Tasavvuf ekölü kurdu. Onun hikmetlerine dıkkat
edildiğinde, tâlibleri ve tüm insanları dâima İslam esaslarına tabi olmaya, ehl-i sünnet çizgisinden çıkmamaya
davet ettiği anlaşılır.
Neticede Yesevîlik dergahından feyz alan binlerce tâliplerin irşâdî çalışmalarıyla İslamiyetı tanıyan türk
halkları bügüne kadar mezkur akidelere sımsıkı bağlı kalmışlardır.
Ahmed-ı Yesevi hikmetleri ve fikir-görüşleriyle türk dilli milletlerın İslam kültürü ve marifetinden
nasibdâr olmalarına mühim katkıda bulundu. Onun bu husustaki tarihi hizmetlerini bir kaç yönden
değerlendirmek mümkündür. Birinciden, Ahmed-ı Yesevi İslamiyetin olgun bilgini, şeriat ahkamlarının
propoganda edıcısıdır. Zirâ, o kendi şiirleri vasıtasında türkleri müslümanlığa çağırmayı gaye edinmiş, bu işde
sadece Orta Asya ile yetinmemiş, tüm türk dünyasını İslam marifetina sahip çıkmasında eşsiz katkıda bulunmuş.
İkinciden, Ahmed-ı Yesevi Yesevîlik adıyla türkler arasında ilk defa yeni tarikat kuran büyük şeyhtir.
Onun tarikatının istikameti - Türk-İslam tasavvuf yoludur.
Üçüncüden, Ahmed-ı Yesevi türk edebiyatında dini-tasavvufi şiir geleneğini başlıyan ilk mutasavvıfdır.
Yesevi hikmetleri halkcıl, sade, akıcı ve ezberlenmesi kolay dörtlükler olup, yüz yıllardır türklerin İslamî
ahlakının gelişmesinde mühim yer tuttuğu şüphesizdir. Bu cihetle Prof. Dr. F.Köprülü “Divân-ı Hikmet”ı halk
edebıyatıyla tasavvufî ruhu birleştirerek, kaynaştırarak ifade eden ilk türkçe eser hem de dini-tasavvufiedebıyatın
en eski ve en mühim âbidesi olduğunu itiraf etmiştir( 12.)

Dördüncüden, Ahmed-ı Yesevi’den sonraki dönemlerde de onun kurmuş olduğu hikmet şiir ekölü yakın
günlere kadar devam etmiştir. “Divân-ı Hikmet”ın çeşitli dönemlerde istinsah edilen nüshalarında ve matbu
neşirlerinde hikmetlere uyarak şiirler kaleme alan Kul Süleyman Hakim Ata, Baba Maçın, Tac Hoca, Zengi Ata, Kul Umuri, Kul Şuhudi, Derviş Ali, Şeyh Hudaydad, Kemal İkânî, Şems Üzgendî, Kul Übeydî, Kul Şerif,
Nimetullah, Kul Neziri, Azim Hace gibi din ve tasavvuf uluları Yesevîlik ekölünün ileri gelen müekkipleridir.
Beşinciden, Ahmed-ı Yesevi kendi fikir-görüşlerini türkçede ifade ettiği için türk dili tasavvuf dili
haline geldi. Yesevi döneminde Orta Asyadaki türk-İslam bilim adamları eserlerini devrin ilmî dili olmuş
arapçada yazıyorlardı. Ahmed-ı Yesevi ise onlardan farklı olarak türkçede icad etti. Hocası Yusuf Hemedânî
hz.leri farsizeban olduğu ve o dönemde Hurasan ve Mâverâünnehir’ın merkezlerinde git-gide nufuzu artan
Hacegân tarikatı dilinın farsça olmasına rağmen, Yesevî irşâd ve tebliğ için ana dilini – türkçeyi tercih etmişti.

Altıncı olarak, Ahmed-i Yeseviden sonra Mevlana Orung Koylaki’nın “Nesebnâme”, İmam Hüseyin
Sığnâkî’nın “Risale der terceme-i Ahmed-ı Yesevi” (Ahmed-ı Yesevi menkabesi), Sufi Muhammed
Dânişmend’ın “Mir’at ul-kulup”, Hace İshak Ata’nın “Hadikat ul-arifin”, Sultan Ahmed Hazînî’nın “Menba ul-
ebhar fi riyaz il-ebhar”, “Huccet ul-ebrar der esami-i evliya-i kibâr”, “Câmi el-mürşidin”, “Cevâhirul-ebrâr min
emvac il-bihar”, Âlim Şeyh’ın “Lemehat min nefehat il-kuds”, Muhammed Şerif Hüseyin el-Buhari’nın “Huccet
uz-zakirin”, Şeyh Zinde Ali’nın “Semerat ul-meşayih” gibi bir çok dini-tasavvufî eserlerde onun hayatı, eserleri,
tarikatı hem de irfânî fikirlerine yer verilmiştir. Bu kaynakların müellifleri ise Ahmed-ı Yesevi Yesevîlik
doktrınının devamcıları olup, kendi dönemlerinde ve mühitlerinde din ve tasavvuf bilginleri olmuşlardır.

Velhasıl, Ahmed-ı Yesevi’nın doktrını, eğitimi ve hikmetleri türk milletinın edebiyatı, kültürü,
umumen, manevî hayatına derin etkilemiştir. Onun için bu zat-ı muhterem yüz yılların geçmesine rağmen bügün
bile “Pir-ı Türkistan”(13), “Sultan ul-ârifin”, “Hazret-ı Sultan” gibi ünvanlarla hayırla yad edilmektedir.
Yaşadığı dönemi ve mıntıkasının manevi gelişmesinde önemli hizmetleri olan, türkî tasavvuf cereyanı
(süreçi)nı başlayan, türk tasavvuf nazmı (şiiri)nın temelını kuran, türk meşayıhları silsilesi serhalkası(14) olan Hoca
Ahmed-ı Yesevi’nın Merkezi Asyada İslamiyetin gelişmesinde tuttuğu mevkiyı geniş kapsamda araştırmak
bügünkü ilim-fende ehemiyyetli işlerdendir. Zirâ, Ahmed-ı Yesevi’nın türk halkları tarihindeki önemli rolü
sadece hikmetler müellifi olduğu ile değil, İslamiyetin Orta Asya bozkırlarıda geniş yayılan bir zamanda ilk
olarak tasavvuf ve tarıkat yolunu açmış olduğu, halkın ruhâniyetine asırlardır eşsiz etkilediği ve onları manen
birleştıren Büyük Şahıs olduğu cihetleriyle ile de belirtilir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://osmanlitarihi.yetkinforum.com
a-sosyal
..::υzмαη üує::..
..::υzмαη üує::..
a-sosyal


Mesaj Sayısı : 454
Rep Gücü : 870
Doğum tarihi : 08/04/93
Yaş : 31
Lakap : _BY_ACABA_

TÜRK İSLAM TARİHİ Empty
MesajKonu: Geri: TÜRK İSLAM TARİHİ   TÜRK İSLAM TARİHİ I_icon_minitimeCuma Nis. 17, 2009 7:40 am

KARAHANLILAR

Karahanlılar (Farsça: قراخانيان Qarākhānīyān ya da خاقانيه Khakānīya), 840 - 1212 yılları arasında Orta Asya ve günümüz Doğu Türkistan toprakları üzerinde hüküm sürmüş Türk devletidir.

Bazı tarihi kaynaklarda bu Krallık, İlekhan Krallığını olur, bulunan maden paraların bir çoğunda tipik "İlek (Iilik, elik, vs)" bir sözü vardır, İslâmi kaynaklarda, örneğin Ali ibn al-Athir o hanedanın ismini, al-Hāqaniya, al-Hāniya veya al-Āfrāsiyā diye tanımlamıştır.
,Siyasi Tarih

slamiyet'i topluca kabul eden ilk Türk devletidir. 10. yüzyılda yaşayan Arap gezginci ve bilgin İbn Fadlan , Ahmad ibn Fadlān ibn al-Abbās ibn Rašīd ibn Hammād) 960 yılında yaklaşık 200,000 çadırlı Türkler ( Karahanlılar) İslâm dinini benimsemiştir diye aktarmıştır[2] Kurucusu Bilge Kül Kadir Han, Müslüman olduktan sonra adını da Abdülkerim Satuk Buğra Han olarak değiştirmiştir. Satuk Buğra Han 955 (Hîcrî 344) yılında Kaşgarlı Mahmut'un Divân-ı Lügati't-Türk'te " اَرتُج artuç: Ardıç. Kaşgar'da bu adta iki köy vardır."[3] diye bahsettiği altın Artuç köyünde gömülmüştür.[4] O zamanlar Kaşgar'ın kuzeyinde iki tane Artuç (Atuş, Artux) isminde köy vardı, birisinin adı altın[5] Artuç ikincisi üst Artuç'dır. Hakikaten günümüzde hâlâ Kaşgar'ın kuzeyinde Artuç (Artux) isminde bir ilçe vardır.

Karahanlılarda Yönetim Terimleri

* tégin: Hükümdar oğlu
* Muhtesib: Kadın
* Tamgacı: Mühürdar
* agıcı: ipek kumaşları muhafaza eden kimse, hazinedar
* Bitikçi: İç ve dış yazışmalara bakan
* imga: Taşradaki gelir giderlere bakan(doğu karahanlılarda)
* Amil: Taşradaki gelir giderlere bakan(batı karahanlılarda)
* Kökyuk: Muhtar
* Eşkinci: Ulaşım ve posta işlerine bakan
* kadıncı: Bilge Kül Kadir
* turbı: yâver, yardımcı
* térig: Ahaliden toplanan vergi (tirik)
* térnek: dernek, işlerini konuşmak için ulusun toplandığı yer.[6]

Karahanlılarda verilen ünvanlar

* Kunçuy: Hatun'dan bir derece aşağı kadın, bilge, prenses
* Kara: Hakanlı hanlarına verilen ungun (ünvan)
* Kül Tégin: Hakanlı ailesi çocuklarına verilen adlardan
* Çagrı Tégin: Hakanlı ailesi çocuklarına verilen adlardan
* Bekeç: Tekinlerin, Han oğullarının sanı
* Sagun: Karluk büyüklerinin ungunu (ünvanı)
* Sökmen: yiğitlere verilen ungun (ünvan)
* Kadır Han: Hakanların sert ve çetin olanına verilen ungun (ünvan)

Karahanlılarda askeri terimler

* tura: kalkan, siper
* turag: sığnak
* tugrağ: Hakan tarafından savaş zamanında askere verilen at
* tutgak: atlı bölük

Karahanlı Devleti, Aral Gölü'nden Batı Çin ve Moğolistan adacıklarına kadar uzanan bir coğrafyada hüküm sürmüştür.

Kültür ve Uygarlık

slam'ın kabulü sonrasında Karahanlılar Arap Alfabesini benimsemişlerdir.

Ribat (Taşrabat) adı verilen kervansaraylar yapılmıştır. Tuğla ve kerpiç ağırlıklı olduğu için günümüze enkazları kalmıştır. Türk-İslam sentezi olarak Kümbetler ilk bu dönemde görülür.

Yusuf Has Hacib'in Kutadgu Bilig (Mutluluk Bilgisi), Kaşgarlı Mahmud'un Divanü Lügatit-Türk (Büyük Türk Sözlüğü), İmam-ı Ebü'l-Fütuh Abdülgafur'un Tarih-i Kaşgar (Kaşgar'ın Tarihi) adlı çalışmaları bu dönemin en önemli yapıtlarıdır. Aşkiyaş adında özel yemek evlerini kullanmışlardır.

* benek (بنك) isminde bakır para kullanmışlardır.

Soyu,Menşei
Karahanlı Devletinin menşei 'Yağma Boyu'na dayanabilir diyebiliriz.Çünkü;Karahanlıların kullanmış olduğu Buğra Han ünvanını Yağma Boyu'da kullanmıştır.Yağmalara 'Kara Yağma'da denirdi.Karaert,acımasız,güçlü,muktedir anlamlarına gelmektedir.

Ordu yapısı
Ordu iki temel birimden oluşurdu:

* 1. Hassa Ordusu
* 2. Eyalet Ordusu
* 10 kişilik orduya otağ,100 kişilik orduya haly,1000 kişilik orduya subaşı denilirdi. Mola yerlerine de "toy" denilirdi.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://osmanlitarihi.yetkinforum.com
a-sosyal
..::υzмαη üує::..
..::υzмαη üує::..
a-sosyal


Mesaj Sayısı : 454
Rep Gücü : 870
Doğum tarihi : 08/04/93
Yaş : 31
Lakap : _BY_ACABA_

TÜRK İSLAM TARİHİ Empty
MesajKonu: Geri: TÜRK İSLAM TARİHİ   TÜRK İSLAM TARİHİ I_icon_minitimeCuma Nis. 17, 2009 7:41 am

Babür Şah

Hindistan'daki en büyük Müslüman Türk Devleti olan Gürgâniyye Devletinin kurucusu. Asıl adı Zahireddin Muhammed Babür'dür. Timur Han soyundan gelip, babası, Sultan Ebu Said'in oğlu, Fergana hükümdarı Ömer Şeyh Mirza'dır.

14 Şubat 1483'te Fergana'da doğdu. 1493'te babasının ölümü üzerine, Fergana hükümetine varis oldu. 11 sene Özbek ve Tatar melikleri ile savaş edip, nihayet hakimiyeti sağlayamayacağını anlayarak güneye indi. 1504'te Kabil'i fethedip kendisine başşehir yaptı. Aynı zamanda Gazne'yi aldı ve kısa zamanda Afganistan'ın büyük bir kısmını içine alan bir devlet kurdu. 1511 Ekiminde Semerkant İmparatorluk tahtına oturdu. Bir ay sonra Taşkent'i, Buhara'yı aldı, bütün Maveraünnehir'e hakim oldu. Fakat, bir müddet sonra, Özbekler tarafından ata yurdundan kovuldu.

Babür Şah, 1519'da Hayber'i geçerek, Hindistan'a girdi. Pencab'a düzenlediği beş sefer sonunda bütün kuzey Hindistan'ı fethetti. 1525'te Hindistan'ın tamamını fethetmek üzere Kabil'den ayrıldı. 1526'da, yani Osmanlılar'ın Mohaç Zaferinden birkaç ay önce, Paniput Meydan Muharebesinde Sultan İbrahim Ludi'nin 100.000 asker ve 1.000 filden müteşekkil büyük ordusunu yendi. Bu zaferle Babürlüler (Gürgâniyye) Devletini kesin olarak kurdu (1526). Böylece Hindistan Türk İmparatorluğu tacı Ludilerden Babür'e geçti.

Bu başarıdan sonra Delhi, Agra ve Hanpur'u alan Babür Şah, Agra'yı başşehir yaptı. 1527'de Hindular üzerine yürümek için Agra'dan çıktı. Hindular, aralarında ittifak kurduktan sonra, 100.000 kişilik bir ordu ve birkaç yüz zırhlı fille yeni Hindistan fatihinin üzerine yürümeye başladılar. Çok kritik ve tarihi bir andı. Babür'ün harbi kaybetmesi demek, Ganj Vadisinin Hinduların eline düşmesi, netice itibariyle beş asırlık Müslüman ve Türk hakimiyetinin Hint kıtasından atılması demekti. Babür 13.500 kişilik pek seçkin bir Türkistan atlı birliği ile düşman üzerine yürüdü. Yanında Osmanlı Türklerinden Mustafa Rumi'nin kumanda ettiği bir topçu birliği de bulunuyordu. Hindularda ne top, ne de tüfek vardı. Ateşli silahlar ve Türk atlısının üstün savaş kabiliyeti, Babür'e savaşı kazandırdı. Düşman tamamen imha edildi. Bu, Babür Şah için Paniput'tan daha büyük bir zaferdi. Biyana civarında geçen bu Kanva Meydan Muharebesinde birkaç saat içerisinde düşmanı yok eden Babür, "Gazi" unvanını aldı. Meşhur Zeynüddin Hafî'nin torunu Şeyh Zeyn Hafî'nin kaleme aldığı Zafername, bütün İslam memleketlerinin hükümdarlarına gönderildi. Bundan sonra Odh (Audh) eyaleti de fethedildi. Art arda yapılan fetihlerle Babür İmparatorluğunun sınırları çok genişledi.

Babür Şah, 25 Aralık 1530'da Agra'da öldü ve vasiyeti üzerine pek sevdiği Kabil'e götürülüp, orada gömüldü. 1526'da kurduğu devlet 1858 senesinde İngilizlerin işgaline kadar, 332 sene varlığını sürdürmüştür. Kabri üzerine Şah Cihan tarafından 1646'da muhteşem bir türbe yaptırıldı. Babür Şah memleketin imarı için gayret gösterdi. Hindistan ve Afganistan'da birçok yollar, kervansaraylar ve medreseler yaptırıp, fethettiği yerleri mamur hâle getirdi. Âlim, edip bir zat olan Babür Şah, hayatını kendisi yazdı. Tüzük-i Baburî (Babürname) adını verdiği bu kitabı, Ekber Şah zamanında Çağatay dilinden Farsça'ya sonra İngilizce'ye tercüme edilerek neşredildi. Türkçe pek değerli bir Aruz risalesi yazdı ve kendisine doğduğu zaman Zahirüddin Muhammed adını veren zahirî ve batınî ilimlerin hazinesi büyük mutasavvıf Hace Ubeydullah-ı Ahrar hazretlerinin Farsça Hanefi fıkhı üzerine yazdığı Risale-i Validiyye'yi Türkçe nazma çevirdi. Yine Hanefi mezhebine ait fıkıh bilgilerini içine alan Mübeyyen adlı eseri yazdı. Şiirlerini Divan'da topladı. Orijinal yazı stili, "Hatt-ı Baburî" adıyla meşhur oldu. Babür, Türkçe'den başka pek mükemmel surette Farsça, Arapça ve Moğolca biliyordu. Ölümünden sonra "Hazret-i Firdevs-Mekani" ve "Hazret- i Giti-Sitani" (Cihan Fatihi) diye anılmıştır.

Babür İmparatorluğu
Hindistan'da kurulan büyük Türk devleti (1526-1858).

Baba tarafından Timur'un, ana tarafından Cengiz Han'ın soyundan gelen Zahirüddin Muhammet Babür, Fergana hükümdarı olduğu zaman (1494) on bir yaşında bir çocuktu. Bu yüzden saltanat iddiasında bulunan amcasının, dayısının ve daha başkalarının hücumuna uğradı. Hepsiyle çarpıştıysa da sonunda tahtından oldu (1501).

TAHT PEŞİNDE

Babür bu çarpışmalar içinde pişmiş cesur, iradeli, ince zekâlı bir adamdı. Yenilgisinden yılmadı, yanındaki askerleri ile birlikte Afganistan'a geçti, büyük bir güçlükle karşılaşmadan Kabil'i ele geçirdi (1504). Merkezi Kabil olmak üzere küçük bir devlet kurdu, Fergana ve Semerkant'tan kaçıp gelen Türkleri de buralara yerleştirdi. Bir süre eski ülkesini geri almak, egemenliğini Türkistan'a yaymak için savaştıysa da bir sonuç alamadı. Bunun üzerine gözünü Hindistan'a çevirdi.

HİNT PADİŞAHI BABÜR

O zamanlar Hindistan kargaşalık içinde bir ülke, bir ülkeden de öte âdeta bir kıtaydı. Babür bunu fırsat bilerek güneye yöneldi. Zaten o sırada Delhi padişahlığı için kendisine başvurmuşlardı. Bu fırsattan yararlanarak Hindistan'a yürüdü, 1524'te Pencap'ı, 1526'da kanlı bir çarpışma sonunda Delhi'yi ele geçirdi. Art arda öteki büyük şehirleri de ele geçirerek 1528'e kadar Kuzey Hindistan'ın fethini tamamladı.

Babür'ün kurduğu imparatorluk 1858'e kadar 332 yıl sürdü. Babür'ün ölümünden sonra yerine geçen Hümayun devrinde imparatorluk sarsıntı geçirdiyse de onun oğlu Ekber Şah zamanında en yüksek kudretine ulaştı. Avrupalıların Büyük Moğol İmparatorluğu adını verdikleri bu büyük Türk-Hint İmparatorluğu Babür ve Ekber şahların attığı sağlam temeller sayesinde yüzyıllarca yaşadı.

BABÜRNAME

Babür, aynı zamanda sairdi. Başından geçenleri, başarılarını ve yenilgilerini bu eserinde anlatmıştır. Türkçe'nin Çağatay diyeleğinde yazılmış olan Babürname büyük dillerin hepsine çevrilmiştir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://osmanlitarihi.yetkinforum.com
a-sosyal
..::υzмαη üує::..
..::υzмαη üує::..
a-sosyal


Mesaj Sayısı : 454
Rep Gücü : 870
Doğum tarihi : 08/04/93
Yaş : 31
Lakap : _BY_ACABA_

TÜRK İSLAM TARİHİ Empty
MesajKonu: Geri: TÜRK İSLAM TARİHİ   TÜRK İSLAM TARİHİ I_icon_minitimeCuma Nis. 17, 2009 7:42 am

BATTAL GAZİ

Adı dilden dile, ünü kuşaktan kuşağa yayılan Seyyid Battal Gazi'nin kimliği, ailesi ve soyu konusunda farklı bilgiler verilmektedir. Azımsanmayacak kaynakta ortak görüş olarak benimsenmiş ve yaygınlaşmış olanı şöyle özetlenebilir: 674/680-740 yılları arasında yaşadığı kabul edilen Seyyid Battal Gazi, Malatya Serdarı (komutanı) Hüseyin Gazi'nin oğludur. Asıl adının Abdullah ya da Ebu Hüseyin olduğu ileri sürülmektedir. Adının Cafer olduğunu benimseyenler ise, O'nun Peygamber soyundan geldiğine, atalarının İmam Cafer, İmam Zeynel Abidin yoluyla İmam Hüseyin'e, dolayısıyla da Hz. Ali'ye ulaştığına inanırlar ve seyyidlik unvanını da soy geçmişinin kanıtı olarak gösterirler. Battal adının yiğitliğinin, cesaretinin ifadesi olduğu, gazilik sanının da gazalarda gösterdiği kahramanlıktan dolayı verildiği belirtilmektedir. Öbür değerlendirmelere gelince; Taberi başta olmak üzere kimi tarihçilere göre O'nun asıl adı Amr ya da Omar'dır. Antakyalı veya şamlıdır. Bazılarına göre de Emevilerin azatlı kölesidir. Çalışkanlığı ve kahramanlığı sayesinde komutanlığa, hatta Misis şehri valiliğine kadar yükselmiştir. Ölüm yeri konusunda da farklı bilgiler verilmekle birlikte çoğunlukla Afyon yakınları veya bugünkü Seyitgazi olduğu, ölümünün de Akrenion savaşları sırasına rastladığı ortak görüş halindedir. F.R. Haslok'a göre: "Kahramanın kendisi Abdullah Ebül Hüseyin el Entaki ismindeki tarihi şahıs olup el Battal (kahraman) bir övünç unvanıdır. Zamanındaki Arap ve Bizans kaynaklarına göre sekizinci asırda Arapların Bizans seferlerine katılmış ve Milâdi 740'da Akroneos (Afyonkarahisar) çarpışmasında yaralanarak bugün ismini taşıyan tekkenin birkaç mil güneyinde şehit düşmüştür. Karl Wulzinger'e göre de: "Cafer Bin Hüseyin Seyyid Battal Gazi, tarihi bir kişi olup babası Hüseyin Gazi'nin ve kendisinin biyografisi destanlarla süslenmiştir. İslâmi tarihçilerin yanında Theophones de halen Bonn'da bulunan Chanographia (Zamanın kronolojisi) adlı eserin 633. sayfasında ondan söz etmektedir. Theophanes'e göre Battal ve Melik 20 bin kişilik bir kuvvetle Akroenes (Akrenion) yakınlarında Leon ve Konstantin komutasındaki Bizans ordusu ile çarpışmakta olan İslâm ordusunun yardımına gelirler. Savaşçok şiddetli geçer ve her iki taraftan da çok sayıda insan ölür. İslâm ordusu Symnada (Şuhut)'ya çekilirken Battal da yaralı olarak III. Leon'a esir düşer ve yolda ölmesi üzerine de Akrenion'a yaklaşık 100 km. uzaklıktaki bugün Seyitgazi olarak anılan yerde vasiyeti uyarınca defnedilir. Babası Hüseyin Gazi de bazı kaynaklara göre Bizans'a yapılan bir akında şehit düşmüştür. Makamı Ankara yakınlarında kendi adıyla anılan Hüseyin Gazi tepesindedir. Annesi Saide Hatun ile eşi Zeynep Hanım'ın ve iki oğlunun mezarları ise eski Malatya'dadır. Annesi Saide Hatun'un peygamber sülalesine ulaştığını söyleyenler de vardır. Ancak soy süreğinin babadan geçtiğine inananlar bunu kabul etmezler.” Prof.Dr. Mükrimin Halil Yinanç'ın 1940'lı yıllarda Almanya'da bulduğu bir nesepname'de Battal Gazi'nin soy kütüğünün Hz. Hüseyin'e ulaştığı gösterilmektedir. Prof. Dr. Fuat Köprülü'ye göre O, "Müslümânlığı kabul eden Türk gazileri arasında yaşamış bir destan kahramanıdır.11 Claude Cahen'e göre de "Bizans savaşlarının bir Arap komutanıdır.12 İslâm tarihçisi ve bu alanın tanınmış araştırmacısı Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak'a göre ise Battal Gazi; "Ünü Orta Asya'dan Endülüs'e kadar yayılmış, tarihi kimliği, efsanevi" kişiliği tarafından yutulmuş bir Arap mücahididir. Seyyid'lik unvanı ona XIII. ya da XIV. yüzyıllarda Anadolu'da verilmiştir. Onun Hz. Ali ya da İmam Hüseyin soyundan geldiğinin kanıtı olduğu iddia edilen siyadetnamenin ise tarihen ispatı ve geçerliliğinin kanıtlanması mümkün değildir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://osmanlitarihi.yetkinforum.com
 
TÜRK İSLAM TARİHİ
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» İSLAM ÖNCESİ TÜRK TARİHİ
» İSLAM TARİHİ
» İSLAM ETKİSİNDEKİ TÜRK EDEBİYATI
» OSMANLI TARİHİ
» Kadınlar Gerçek Değeri İslam'da Buldu

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Dark'n Stars :: | Eğitim & Öğretim | :: | Tarih |-
Buraya geçin: